Cascais 2025: Portekiz’in Sessiz ve Sakin Şehri

Cascais’te yavaş şehir deneyimi, şiirsel sokaklar, deniz kenarında huzur ve Portekiz’in keşfedilmemiş sessiz rotalarıyla dolu bir muhteşem yolculuk.
Portekiz’in batısında, rüzgarın denizle fısıldaştığı bir yerde başlıyor bu hikâye. Adı Cascais. Bir harita parçasından öteye, insanın iç dünyasına açılan bir pencere. Trenden indiğimde ne şehir beni karşıladı, ne kalabalık; sadece bir esinti geçti yüzüme, sanki yıllardır bekliyormuşum gibi. Havanın tuzlu serinliği yüzüme vurduğunda, anladım ki burası sadece bir sahil kasabası değil; içime sinmiş bir dinginliğin adıydı.
İstasyondan çıkıp ilk kez sokaklarına adım attığımda, ayakkabılarım bile sustu. Sessizliğin böylesi davetkâr oluşu beni şaşırttı. Zamanın burada farklı aktığını anlamak için saate bakmaya gerek yoktu. Gözlerimin değdiği her yerde bir sadelik, her köşede yavaşlatılmış bir yaşam vardı. İnsanlar telaşsızdı; ellerindeki alışveriş torbalarıyla adımlarını sayar gibi yürüyordu. Bir kafenin önünde oturan yaşlı bir çift kahvelerini paylaşıyor, yan masada küçük bir çocuk limonatasını yudumluyordu.
İçimden geçen şu oldu: “Burası, acele etmeyi unuttuğum yer olacak.” Çünkü burada kimse acele etmiyordu. Her şey olması gerektiği gibi, kendi ritminde akıyordu. Ve ben, sonunda o ritmi duymaya başlamıştım.
Bu küçük Portekiz kasabası, Avrupa’da görülmesi gereken yerler arasında yalnızca manzarasıyla değil, insana hissettirdiği dinginlikle de öne çıkıyordu. Kalabalıktan uzak, nefes aldıran bir sessiz Avrupa rotası olarak, Cascais’in beni içine çekmesi için yalnızca birkaç dakika yetmişti.
Zaman burada sadece saate değil, kalbe akar
Cascais, Avrupa’da görülmesi gereken yerler listelerinde sıkça geçse de, burası yalnızca bir destinasyon değil; zamanın başka türlü aktığı, insanın kendini yeniden duyabildiği nadir köşelerden biri. Burada saatlerin anlamı yok. Zaman, bir gölge gibi sessizce yürür seninle. Güneş kaldırıma yavaşça uzanırken, insanların adımları da onunla aynı ritimde akar.
Sabahları denize karşı içilen bir kahve burada sadece kafein değildir; bir ritüeldir. Kahvenin dumanı denize karışır, düşüncelerin dalgalanır. O sabah da öyleydi. Sahile bakan küçük bir kafede, elimde ince seramik bir fincanla oturuyordum. Süt köpüğünün üzerinde dağılan tarçın tanelerini izlerken önümden geçen yaşlı bir adam bana başıyla selam verdi. Yüzünde zamana direnmeyen çizgiler, gözlerinde huzurun birikmiş yansımaları vardı. Durdu, bana baktı, gülümsedi ve yürümeye devam etti.
Saatin kaç olduğunu hâlâ bilmiyorum. Ama o an öylesine doymuştu ki hisle, kelimeler bile fazla gelirdi. Belki de hayat, bazen yalnızca bir gülümsemeye sığacak kadar büyüktür.
Cascais’in bu tarafı, onu sadece Portekiz’de sahil kasabası arayan gezginler için değil, ruhuna zaman tanımak isteyen herkes için özel kılıyor. Çünkü burada zaman, takvimde değil; kalbin ritminde ölçülür. Adımların ağırlaşmaz, hafifler. Ve en önemlisi, varmak zorunda olduğun hiçbir yer yoktur. Çünkü zaten olduğun yer yeterlidir.
Bir yabancıyla kurulan bakış, dilin yerini alır
Portekiz’de sahil kasabası deyince akla gelen sıcaklık, burada yalnızca güneşten değil, insanların bakışından, selamından taşar. Dili bilmesen de seni anlarlar. Çünkü burada iletişim, kelimelerin ötesindedir. İnsanlar seni hisseder. Ve sen, kendini anlatmak zorunda kalmazsın. Var olmak yeterlidir.

Cascais’in kalbindeki bu sahil meydanı, Portekiz’in yavaş şehir ruhunu ve deniz kenarındaki sade yaşamı bir arada sunuyor.
Bir sabah, ara sokaklardan birinde yürürken karşıma çıkan küçük fırının kapısından dışarı taşan taze ekmek kokusu, adımlarımı yavaşlattı. Tezgâhın arkasındaki genç kadın, elindeki bageti uzatmadan önce göz göze geldi benimle. Hiçbir şey söylemeden, yalnızca başını hafifçe eğip gülümsedi. Gözleriyle "denemelisin" dedi. Denedim. Ekmek sıcaktı, dışı çıtır, içi yumuşacıktı. Bir eve değil, çocukluk sabahlarına ait gibiydi.
Aynı günün akşamında, limanın kıyısındaki taş döşeli küçük bir meydanda bir adam gitar çalıyordu. Kalabalık yoktu. Hava kararmak üzereydi. Yanına oturdum. Bir şarkı boyunca sadece dinledim. O çaldı, ben dinledim. Konuşmadık. Ama ruhlarımız, notaların arasında birbirini tanıdı. Gitarın telleri sadece ses değil, sanki geçmişten taşınan bir duyguyu da titretiyordu.
Cascais, Portekiz’de sahil kasabası arayanların haritada bulacağı bir nokta olabilir; ama asıl keşif, bu tür sessiz buluşmaların içinde saklı. İnsanların sözsüz iletişimi, burayı gerçek bir yavaş şehir deneyimi yapan detaylardan biri. Belki de en değerlisi.
Cascais’te insanlar sözcüklerle değil, varlıklarıyla konuşuyor. Ve bu, en anlaşılır dil aslında. Çünkü bir tebessüm, bazen tüm dillerden daha açık bir cümle kurar.
Sokaklar, sessiz bir roman gibi anlatır kendini
Yokuşlu taş sokaklarında yürürken, gözüm duvarlardaki çatlaklara, balkonlardaki kurumuş fesleğenlere, paslı demir korkuluklara takıldı. Pencerelerin önünde asılı eski perdeler hafifçe sallanıyor, evlerin önünde unutulmuş çiçek saksıları toprağın rengini hâlâ saklıyordu. Her evin başka bir hikâyesi vardı; kimisinin duvarı çatlamış ama hâlâ dimdik ayakta, kimisinin kapısı hafif aralık ama içinden gelen huzur tamdı.
Bir sokağın köşesini döndüğümde, karşıma çıkan küçük bir çeşmenin başında yaşlı bir adam oturuyordu. Gömleği ütüsüzdü ama yüzü sakindi. Elindeki gazeteyi okumuyordu; sadece ellerinde tutuyordu, belki de zamanın durduğunu orada unutmak ister gibi. Yanından geçerken göz göze geldik, başını hafifçe eğdi. O kısacık an, bütün bir romanı anlatmaya yetti.
Yavaş şehir deneyimi tam olarak burada, bu taş sokakların içinde gerçekliğe dönüşüyor. Her adımda geçmişle bugünün el sıkıştığını hissediyorsun. Tarih kitaplarında bulamayacağın kadar canlı, ama müzelerde göremeyeceğin kadar sade bir ruh var bu sokaklarda. Duvarlardaki yaşanmışlık izi, Cascais’in yalnızca Portekiz’de değil, Avrupa’da görülmesi gereken yerler arasında neden bu kadar özel olduğunu anlatıyor aslında.
Acele yok. Sadece yürüyorsun. Belki bir kedinin peşine düşüyor gözlerin, belki karşıdan gelen bisikletlinin zil sesiyle irkiliyorsun. Bazen sadece bir gölgeyle yürüyorsun, bazen kendi düşüncelerinle konuşuyorsun. Ama hep farkında oluyorsun: bu sokaklar, senin gibi bir gezgini beklemiş. Ve sonunda, sana kendi hikâyeni anlatma izni vermiş.
Işığın dili, yalnızca gözlerle değil kalple okunur
Cascais, ışığı başka bir biçimde kullanıyor. Sabahın erken saatlerinde denize vuran yumuşak ışıkla, akşamüstü dar sokaklara süzülen altın rengi sanki iki farklı evreni temsil ediyor. Güneş, sabahları sanki denizi uykusundan nazikçe uyandırıyor; suyun üzerinde kırılmadan dans eden ışıklar insanın içine işliyor. Akşamüstü olduğundaysa, aynı güneş bu kez sokakların arasından süzülerek, taş duvarlara ve balkonlardaki çiçeklere adeta bir veda öpücüğü bırakıyor.
Fotoğraf çekmek aklıma bile gelmedi. Çünkü hiçbir kare, oradaki hissi anlatamazdı. Işık burada sadece bir doğa olayı değil, bir duygunun taşıyıcısı. İnsan Cascais’te fark ediyor ki bazı manzaralar gözle değil, kalple kaydediliyor. Bir köşeyi döndüğünde altın rengiyle parlayan bir pencere, ya da denize bakan bir bankta ışığın omzuna dokunuşu... Bunlar objektifle yakalanmaz. Yalnızca yaşanır.
Bir kayanın üzerine oturup ufka bakarken, sessiz Avrupa rotaları arasında belki de en çok bu kasabayı sevdim. O an sadece ışık değildi üzerimdeki; geçmişe, bugüne ve belki de hiç adını koyamadığım bir geleceğe uzanan bir huzurdu. Işık, sadece çevremi değil, içimi de aydınlatıyordu. Gözlerim mavilikte kaybolurken, içimde ilk defa gerçekten "buradayım" diyebildim.
Denizin sustuğu an, insanın iç sesi başlar
Bir sabah sahile vaktinden erken vardım. Kimse yoktu. Ne bir yürüyüşçü, ne bir martı. Sadece deniz ve ben. Dalgaların kıyıya hafifçe dokunduğu o anlarda hiçbir şey düşünmedim. Düşünceler bile sustu. Kalbim sadece şunu fısıldadı: “İşte şimdi buradasın.”
Sessizlik burada bir eksiklik değil, bir davettir. Kendine dönmek için. Kendinle kalmak için. Ve belki, uzun zamandır duymadığın bir sesle yeniden konuşmak için: kendinle.
Bir lokmada anı saklamak
Yemek bir ihtiyaçtan fazlası Cascais’te. Burada yediğin her lokma, yalnızca açlığı bastırmaz; bir hikâyeye, bir ana, bir duyguya dönüşür. Limana yakın dar bir sokakta rastladığım küçük bir balık restoranı, bana Portekiz mutfağının basit ama derin lezzetlerini sundu. Tahta sandalyeleri biraz gıcırdıyordu ama deniz manzarasına karşı kurulmuş o masanın verdiği his, beş yıldızlı bir restoranla kıyaslanamazdı.
Garson, menüyü sormadı bile. Gözlerim sardalyalara takıldığında başını salladı. Birkaç dakika sonra, yanında zeytinyağı, ince doğranmış limon dilimleri ve biraz da kaya tuzuyla servis edilen taze sardalyalar geldi. Balıkların ızgaradan çıkalı çok olmamıştı; derileri çıtır, içleri ise yumuşacıktı. Yanına sormadan bir bardak beyaz şarap bıraktı. Gülümseyerek, "Denizle birlikte iyi gider," dedi.
Ve gitti de. O lokma, sadece lezzet değil, bir anıydı. Tüm günün yavaşlığını, denizin ritmini ve sessizliği taşıyan bir yudumluk huzur. Şarap, balığın tuzunu dengeledi, limonun asidi denizi çağrıştırdı, rüzgâr ise her şeyi bir bütün haline getirdi.
Portekiz’de sahil kasabası arayanların bilmek istediği şeylerden biri de bu olabilir: Bazen en iyi yemekler, sessiz sokak aralarındaki küçük masalarda yenir. Ve bazen bir tabak sardalya, bir insanın içindeki en derin açlığı doyurur: hissedilmek.
Konaklamanın bile ritmi yavaş
Konakladığım yer, Cascais’in merkezine birkaç dakikalık yürüme mesafesinde, sarmaşıklarla çevrili, üç katlı eski bir taş binaydı. Küçük bir aile pansiyonu. Resepsiyon yoktu, bekleyen biri vardı yalnızca: yaşlı bir adam ve sessiz bir selam. Kapı aralandığında içeride beni karşılayan şey, temizlik kokusu ve duvardaki eski çerçevelerdi. Duvarlarda geçmişten kalma fotoğraflar, kütüphanede Portekizce romanlar... Her şey yerli yerindeydi. Eksik olan tek şey fazlalıktı.
Odam, sokak tarafına bakıyordu. Pencereden deniz görünmüyordu ama her sabah martı sesleriyle uyanmak, içimde çocukluğumun yaz sabahlarını uyandırdı. Yatağın çarşafları kâğıt gibi ince, yastığı lavanta kokuluydu. Ne lüks vardı ne de bir şeyin eksik olduğu hissi. Sanki zaman burada, sadece uyumak ve uyanmak arasındaki o kısa boşluğu bile yavaşlatıyordu. Uyku bile burada daha derin, uyanışlar daha sessizdi.
Pansiyonun sahibi yaşlı çift, her sabah küçük mutfakta hazırladıkları kahvaltıyı verandada servis ediyordu. Taze sıkılmış portakal suyu, keçi peyniri, zeytin, birkaç dilim köy ekmeği ve incelikle dilimlenmiş domatesler... Masada iPhone şarjı yoktu ama huzur vardı. Gülümseyerek yaklaşırlardı, sessizce masaya bir tabak bırakırlar, ardından kahvenin kokusu gelir, ardından hiçbir şey. Fazlası yoktu. Ama eksik olan hiçbir şey de yoktu.
Portekiz’de sahil kasabası gezisi planlayanlar için, kalacak yer seçimi genellikle deniz manzaralı otellerle sınırlı düşünülür. Oysa Cascais, bu tür küçük, samimi pansiyonlarda gerçek yüzünü gösterir. Lüks aramayan ama gerçekliği arayan bir gezginsen, işte burası senin yerin olabilir.
Gün batımıyla gelen ayrılık, bir söz vermeye dönüşür
Son günümde, akşam saatlerinde, denize hakim yüksekçe bir tepeye çıktım. Yanımda sadece rüzgâr vardı; hafif ama kararlı, vedaya hazırlanan bir dost gibi. Güneş, yavaşça okyanusun ardına süzülürken gökyüzü kızılın, altının ve morun tonlarına büründü. Cascais, gün boyunca sunduğu huzuru, sanki bir son bakışla özetliyordu. İçimde bir şey eksiliyordu. Ama o eksiklik, hüzünden değil; tam aksine, içsel bir tamamlanmışlıktan geliyordu. Sanki ruhumun uzun zamandır aradığı sessizlik, burada kendine bir yer bulmuştu.
O an şunu fark ettim: Bazı şehirler iz bırakır, bazıları seni değiştirir. Ama bazıları vardır ki, onları terk ederken senin bir parçanı da yanında götürür. Cascais böyle bir yerdi. Yalnızca Portekiz’de bir sahil kasabası değil; aynı zamanda iç dünyanda açılan bir pencere, unuttuğun sesini yeniden duymana izin veren bir yankıydı.
Avrupa’da görülmesi gereken yerler arasında adını listelere yazdırmış olabilir ama bende bıraktığı etki, bir seyahat kataloğunun satırlarına sığacak gibi değildi. Burası bir kasabadan fazlasıydı. Bir duygu. Bir iç ses. Bir sessizlik anı. Ve belki de en çok, kalbine fısıldayan bir hatırlatma: “Gittiğin yer kadar, nasıl gittiğin de önemlidir.”
Cascais, Portekiz’in Sessiz ve Sakin Şehri
O tren istasyonundan ayrılırken son kez arkama baktım. Valizim hafifti ama içim ağırdı. Cascais oradaydı, hâlâ susuyordu. Ama bu sessizlik, veda eden bir sevgilinin son bakışı gibiydi — ne bağırır, ne unutturur. İçimde onun sesi yankılanıyordu: “Yavaşla, hisset, kal.”
Tren raylarının kenarında, bir anlığına zaman durdu sanki. Geçmişin izleriyle, geleceğe dair belirsiz ama umut dolu bir dinginlik arasında kaldım. İnsan bazı yerlerden ayrılmaz aslında; sadece bedenini götürür. Ruhu orada kalır. Benimkinden bir parça hâlâ orada, Cascais’in sabah ışığında, taş duvarlarında, sessizliğinde yaşıyor. Ve biliyorum, bir gün yeniden döneceğim. Çünkü bazı yerler, sadece gezilmez; yaşanır. Ve yaşanan yerler unutulmaz.
Henüz yorum yapılmamış.